3 saat 40 dakika boyunca gözaltına alınıp daha sonra beraat eden davacı lehine TAZMİNATA hükmedilmelidir.
Ceza Genel Kurulu 2017/766 E. , 2018/432 K.
“İçtihat Metni”
Kararı Veren
Yargıtay Dairesi : 12. Ceza Dairesi
Mahkemesi :Ağır Ceza
Sayısı : 55-77
Davacı …’in görevli memura mukavemet suçundan beraatine karar verilmesinden sonra, gözaltında kaldığı süreler nedeniyle 2.000 TL manevi tazminatın yasal faizi ile birlikte davalı … Hazinesinden tahsili talebiyle açtığı davanın reddine ilişkin Diyarbakır 3. Ağır Ceza Mahkemesince verilen 12.11.2009 tarihli ve 416-397 sayılı hükmün, davacı vekili tarafından temyiz edilmesi üzerine dosyayı inceleyen Yargıtay 12. Ceza Dairesince 27.09.2012 tarih ve 20658-20050 sayı ile;
“Davacının 07.03.2004 günü saat 17.20’de yakalanıp gözaltına alındığı, saat 21.00’de serbest bırakıldığı ve yapılan kovuşturma sonucunda hakkında beraat kararı verildiğinden 5320 sayılı Kanun’un 6. maddesi gereğince işlemin yapıldığı tarih itibarıyla yürürlükte bulunan 466 sayılı Kanun’un 1. fıkrasının 6. bendindeki ‘Kanun dairesinde yakalandıktan veya tutuklandıktan sonra haklarında kovuşturma yapılmasına veya son soruşturmanın açılmasına yer olmadığına veyahut beraetlerine veya ceza verilmesine mahal olmadığına karar verilen…kimselerin uğrayacakları her türlü zararlar, bu Kanun hükümleri dairesinde Devletçe ödenir’ şeklindeki açık düzenleme karşısında, makul bir oranda manevi tazminata hükmedilmesi gerekirken yazılı gerekçelerle davanın reddine karar verilmesi” isabetsizliğinden bozulmasına karar verilmiştir.
Diyarbakır 3. Ağır Ceza Mahkemesi ise 19.02.2013 tarih ve 55-77 sayı ile;
“Davacının Diyarbakır 3. Asliye Ceza Mahkemesinde hakkında kamu davası açılıp yargılamanın beraatle sonuçlanmasından önce hazırlık aşamasında tehdit ile görevli memura mukavemet suçundan emniyet görevlileri tarafından 07.03.2004 tarihi saat 17.20’de gözetim altına alındığı, saat 19.10’da günün nöbetçi savcısı ile yapılan telefon görüşmesi sonrası ifadesi alındıktan sonra salıverilmesi talimatının alındığı, davacının ilk raporunun aldırılması için saat 19.35’te hastaneye götürüldüğü, raporunun aldırılmasından sonra hastaneden emniyete getirildiği, emniyette ifadesinin saat 20.27’de alındığı, ifadesinin alınmasını takiben gözaltından çıkış raporunun aldırılması için tekrar hastaneye götürüldüğü, saat 20.45’te raporunun aldırıldığı, bu işlemi takiben saat 20.45’te salıverildiği,
Davacının gözetim altına alındığı 17.20 ve salıverildiği 20.45 saatleri arasındaki 3 saat 25 dakikalık zaman diliminin makul süre olarak değerlendirilmesinin gerektiği, zira bu süre içerisinde olayla ilgili tutanak düzenlendiği, sanığın üst aramasının yapılıp kendisine yasal haklarının anlatıldığı, nöbetçi savcıyla irtibat kurularak talimat alındığı, ilk raporunun aldırılması için hastaneye götürüldüğü, raporunun aldırılmasından sonra hastaneden emniyete getirildiği, emniyette ifadesinin alındığı, ifadesinin alınmasını takiben gözaltından çıkış raporunun aldırılması için tekrar hastaneye götürüldüğü, raporunun aldırılmasını takiben salıverildiği, belirtilen bu işlemlerin yapılması için mutlaka bir sürenin geçmesinin gerektiği, bütün bu işlemlerin çok kısa bir süre içerisinde yapılmasının fiilen mümkün olmadığı, kolluğun işlemleri olabilecek süre içerisinde yaptığının dosya kapsamı ile sabit olduğu, kolluk tarafından yapılan işlemler sırasında keyfî gecikmelerin yaşanmadığı, davacının makul bir süre ile emniyette tutulduğu, suç şüphesi ile gözaltına alınan davacının kolluk tarafından ifadesinin alınmasına yönelik yukarıda belirtilen işlemlerin yapılmasının yasal zorunluluk olduğu, bu işlemlerin yapılması sırasında makul sayılacak sürenin geçmesi halinde ilgili kişinin tazminata hak kazanmasının söz konusu olamayacağı, bunun kabulü hâlinde makul suç şüphesi ile gözaltına alınan herkesin, ifadesinin alınması sürecinde geçen süreler için tazminat hakkı olduğunun kabulünün gerekeceği, böyle bir kabulün mümkün olamayacağı,
Yargısal kararların da mahkememizin kanaatini desteklediği, ‘…makul şüpheye dayanılarak kollukça yakalanıp yasal işlemler yapıldıktan sonra makul süre aşılmaksızın serbest bırakılmış olduğu nazara alınarak herhangi bir tazminata hükmedilmeyeceği gözetilmeksizin…’ (Yargıtay 8. Ceza Dairesinin 27.11.2006 tarih ve 1379-8570 sayılı içtihadı); ‘2911 sayılı Yasa’ya aykırılık suçundan makul şüphe üzerine gözaltına alınıp yaklaşık 2 saat 15 dakika gibi bir süre içinde salıverildiği anlaşılan davacıya manevi tazminata hükmedilmesi…’ (Yargıtay 4.HD’nin 24.09.2007 tarih ve 11203-10647 sayılı içtihadı); ‘Davacının bir soruşturmada makul şüpheye dayanılarak kollukça yakalanıp yasal işlemler yapıldıktan sonra makul süre aşılmaksızın serbest bırakılmış olduğu nazara alınarak 466 sayılı Yasa kapsamında herhangi bir tazminata hükmedilemeyeceği gözetilmeden yazılı gerekçeyle tazminata karar verilmesi’ (Yargıtay 10. Ceza Dairesinin 12.12.2006 tarih ve 12270-14187 sayılı içtihatı). Durum böyle olunca davacının davasının reddine karar verilmesinin gerektiği sonucuna ulaşıldığı” gerekçesiyle bozma kararına direnerek davanın reddine karar vermiştir.
Direnme kararına konu bu hükmün de davacı vekili tarafından temyiz edilmesi üzerine, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığının 18.02.2014 tarihli ve 308402 sayılı “ret” istekli tebliğnamesi ile Yargıtay Birinci Başkanlığına gelen dosya, Ceza Genel Kurulunca 07.12.2016 tarih ve 105-763 sayı ile; 6763 sayılı Kanun’un 38. maddesi ile 5320 sayılı Kanun’a eklenen geçici 10. madde uyarınca kararına direnilen daireye gönderilmiş, aynı madde uyarınca inceleme yapan Yargıtay 12. Ceza Dairesince 20.03.2017 tarih ve 159-2169 sayı ile; direnme kararının yerinde görülmemesi üzerine Yargıtay Birinci Başkanlığına iade edilen dosya, Ceza Genel Kurulunca değerlendirilmiş ve açıklanan gerekçelerle karara bağlanmıştır.
TÜRK MİLLETİ ADINA
CEZA GENEL KURULU KARARI
Özel Daire ile Yerel Mahkeme arasında oluşan ve çözümlenmesi gereken uyuşmazlıklar;
1- Tebliğnamede davacı vekilinin yasal süresinden sonra hükmü temyiz ettiğinden bahisle temyiz isteminin reddine karar verilmesinin talep edilmesi nedeniyle, davacı vekilinin temyiz isteminin süresinde olup olmadığının,
2- Süresinde temyiz isteminde bulunulduğu sonucuna ulaşılması hâlinde; görevli memura mukavemet suçundan 07.03.2004 tarihinde saat 17.20 sıralarında gözaltına alınıp aynı gün saat 21.00’de serbest bırakılan ve yargılandığı davada hakkında beraat kararı verilen davacının 466 sayılı Kanun uyarınca tazminata hak kazanıp kazanmadığının,
Belirlenmesine ilişkindir.
İncelenen dosya kapsamından;
Davacının 07.03.2004 tarihinde saat 17.20 sıralarında görevli memura mukavemet suçundan yakalanıp gözaltına alındığı, kolluk tarafından aynı gün saat 19.10’da aranan nöbetçi Cumhuriyet savcısının davacının ifadesinin alınarak salıverilmesi talimatını verdiği, saat 19.35’te Diyarbakır Devlet Hastanesi acil servisinde adli raporu aldırılan davacının saat 19.45-20.00 saatleri arasında müdafisi ile görüştüğü, kolluk tarafından saat 20.12’de başlanan ifade alma işleminin saat 20.27’de sona erdiği, saat 20.45 itibarıyla çıkış raporu düzenlenen davacının salıverme tutanağı da düzenlendikten sonra 07.03.2004 tarihinde saat 21.00’de salıverildiği, aynı suçtan açılan kamu davasında yapılan yargılama sonucunda Diyarbakır 3. Asliye Ceza Mahkemesince 08.07.2008 tarih ve 955-769 sayı ile, CMK’nın 223/2-e maddesi uyarınca beraatine karar verildiği, beraat hükmünün 17.10.2008 tarihinde kesinleştiği, kesinleşmiş beraat hükmünün davacıya tebliğine ilişkin bir belge olmadığı,
Davacı vekilinin, 09.10.2009 havale tarihli dilekçe ile, davacının haksız yere yakalanıp gözaltına alındığından bahisle yakalama tarihinden itibaren işleyecek yasal faiziyle birlikte 2.000 TL manevi tazminat talebinde bulunduğu,
Diyarbakır 3. Ağır Ceza Mahkemesince 12.11.2009 tarih ve 416-397 sayı ile, davanın reddine karar verilmesinden sonra hükmün, davacı vekili tarafından temyiz edilmesi üzerine dosyayı inceleyen Yargıtay 12. Ceza Dairesince 27.09.2012 tarih ve 20658-20050 sayı ile, bozulmasına karar verildiği,
Bozmadan sonra yargılama yapan Diyarbakır 3. Ağır Ceza Mahkemesince tarafların yokluğunda bozma kararına direnilerek davanın reddine karar verildiği,
Direnme kararına konu hüküm tarihinden sonra, davacı vekili Av. Vedat Karaduman’a çıkarılan ve muhatabın iş yerinde sürekli çalıştığını beyan eden çalışanına 03.05.2013 tarihinde yapılan tebliğe ilişkin tebliğ mazbatasında matbu olarak “BU ZARFTA Kapalı Tebligat-Normal Tebligat[Vekil Vedat Karaduman]-” ibaresiyle elle yazılmış “Karar” ibaresinin olduğu, tebliğ mazbatasının, matbu ibarenin bulunduğu bölümün hemen altından koparılması nedeniyle alt satırın görünmediği ancak bahse konu tebliğ mazbatasını ihtiva eden zarfın UYAP’ta kayıtlı kalan nüshası incelendiğinde “BU ZARFTA Kapalı Tebligat-Normal Tebligat[Vekil Vedat Karaduman]-” ibaresinin alt satırda “16/01/2013” şeklinde devam ederek sonlandığının görüldüğü,
Dosya içerisinde, gerekçeli kararın davacı vekili Av. …’a 13.06.2013 tarihinde “kalemde bizzat elden tebliğ” edildiğine dair tebliğ mazbatasının mevcut olduğu,
Yerel Mahkemece düzenlenen Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığına dosya gönderme formunda; kararın davacı vekiline 13.06.2013 tarihinde tebliğ edildiğinin belirtildiği,
Davacı vekilinin hükmü, 13.06.2013 havale tarihli dilekçe ile temyiz ettiği,
Davacı vekilinin tebliğnameye cevap dilekçesinde; gerekçeli kararın kendilerine 03.05.2013 tarihinde değil 13.06.2013 tarihinde tebliğ edildiğini, 03.05.2013 tarihli tebligata ilişkin tebliğ mazbatalı zarf içerisinde gerekçeli kararın olmayıp 16.01.2013 tarihli tensip zaptının olduğunu beyan ettiği,
Anlaşılmaktadır.
1- Davacı vekilinin temyiz isteminin süresinde olup olmadığı;
Uyuşmazlığın sağlıklı bir hukuki çözüme kavuşturulabilmesi bakımından öncelikle tebliğ mazbatası ile ilgili mevzuat hükümlerinin incelenmesinde fayda bulunmaktadır.
7201 sayılı Tebligat Kanunu’nun “Tebliğ Mazbatası” başlıklı 23. maddesinde;
“Tebliğ bir mazbata ile tevsik edilir. Bu mazbatanın:
1. Tebliği çıkaran merciin adını,
2. Tebliği istiyen tarafın adını, soyadını ve adresini,
3. Tebliğ olunacak şahsın adını, soyadını ve adresini,
4. Tebliğin mevzuunu,
5. Tebliğin kime yapıldığını ve tebliğ muhatabından başkasına yapılmış ise o kimsenin adını, soyadını, adresini ve 22 nci madde gereğince tebellüğe ehil olduğunu,
6. Tebliğin nerede ve ne zaman yapıldığını,
7. 21 inci maddedeki durumun tahaddüsü halinde bu hususlara mütaallik muamelenin yapıldığını, adreste bulunmama ve imtina için gösterilen sebebi,
8. Tebligatın adres kayıt sistemindeki adrese yapılması durumunda buna ilişkin kaydı,
9. Tebliğ evrakı kime verilmiş ise onun imzası ile tebliğ memurunun adı, soyadı ve imzasını,
İhtiva etmesi lazımdır.”,
“Tebliğ mazbatalı kapalı zarf” başlıklı 59. maddesinde;
“Kanunun 1 inci maddesinde yazılı mercilerden çıkarılacak tebliğ evrakı, tebliğ mazbatalı kapalı bir zarf içinde gönderilir.”,
25.01.2012 tarihli ve 28184 sayılı Resmî Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe giren Tebligat Kanununun Uygulanmasına Dair Yönetmelik’in “Tebliğ mazbatasında bulunması gereken bilgiler ve tanzimi” başlıklı 35. maddesinin birinci fıkrasında ise;
“(1) Tebliğ bir mazbata ile belgelendirilir. Bu mazbatanın;
a) Tebliği çıkaran merciin adını,
b) Tebliği isteyen tarafın adını, soyadını ve adresini,
c) Muhatabın adını, soyadını ve adresini,
ç) Tebliğin konusunu,
d) Tebliğin kime yapıldığını ve tebliğ muhatabından başkasına yapılmış ise o kişinin adını, soyadını, adresini ve 34 üncü madde gereğince tebellüğe ehil olduğunu,
e) Tebliğ tarihini, saatini ve nerede yapıldığını,
f) 30 uncu ve 31 inci maddelerdeki durumların gerçekleşmesi halinde bu hususlarla
ilgili hangi işlemlerin yapıldığını, adreste bulunmama ve kaçınma için gösterilen sebebi,
g) Tebligatın adres kayıt sistemindeki yerleşim yeri adresine yapılması durumunda buna ilişkin kaydı,
ğ) Tebliğ evrakı kime verilmiş ise onun adı, soyadı, sıfatı ve imzası ile tebliğ memurunun adı, soyadı ve imzasını,
içermesi gerekir.” hükümleri yer almaktadır.
Tebliğin konusunu oluşturan tebliğ evrakı 7201 sayılı Tebligat Kanunu’nun 59. maddesi uyarınca, tebliğ mazbatalı kapalı bir zarf içerisinde gönderilmelidir. Gerek 7201 sayılı Tebligat Kanunu’nun 23. maddesinin dördüncü fıkrasında gerekse Tebligat Kanununun Uygulanmasına Dair Yönetmelik’in 35. maddesinin birinci fıkrasının (ç) bendinde tebligat işlemini belgelendirecek olan tebliğ mazbatasının tebliğin konusunu içermesi gerektiği belirtilmiştir. Tebliğ mazbatasında, tebliğin konusunu oluşturan ve zarf içerisinde bulunan tebliğ evrakının gösterilmesi gerekmekte olup bu durumda, tebliğ mazbatası da zarf içerisinde bulunduğu belirtilen evrakın tebliğ edildiği hususunu belgelendirme vasfına sahip olacak, diğer bir deyişle, tebliğ mazbatasında zarf içerisinde olduğu belirtilmeyen evrakın, aksi başka türlü ispatlanmadığı sürece zarf içerisinde olduğu ve tebliğ edildiği söylenemeyecektir.
Öte yandan, 1412 sayılı CMUK’nın, 5320 sayılı Kanun’un 8. maddesi uyarınca karar tarihi itibarıyla uygulanması gereken 310. maddesinde, temyiz isteminin yüze karşı verilen kararlarda hükmün tefhiminden itibaren bir hafta içinde hükmü veren mahkemeye verilecek bir dilekçe ile veya zabıt kâtibine yapılacak beyanla olacağı, bu takdirde, beyanın tutanağa geçirilerek hâkime tasdik ettirileceği, yoklukta verilen kararlarda ise temyiz süresinin tebliğle başlayacağı belirtilmiştir.
Bu açıklamalar ışığında uyuşmazlık konusu değerlendirildiğinde;
Direnme kararına konu hükmün davacı ve vekilinin yokluklarında 19.02.2013 tarihinde tefhim edildiği, davacı vekillerinden Av. Vedat Karaduman’a 03.05.2013 tarihinde yapılan tebligata ilişkin tebliğ mazbatası üzerindeki tebliğin konusunu oluşturan ve zarf içerisindeki evrakı belirtir matbu yazıda, gerekçeli kararın zarf içerisinde olduğuna dair bir kaydın bulunmadığı, aynı mazbatada kime ait olduğu belli olmayan bir el yazısı ile “Karar” ibaresinin yazılı olduğu, Yerel Mahkemece düzenlenen Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığına dosya gönderme formunda gerekçeli kararın davacı vekiline 13.06.2013 tarihinde tebliğ edildiğinin belirtildiği, davacı vekilinin hükmü 13.06.2013 tarihinde tebliğ aldıklarını beyan ettiği ve 13.06.2013 tarihinde temyiz isteminde bulunduğu anlaşılmakla; davacı vekiline 03.05.2013 tarihinde yapılan tebligata ilişkin tebliğ mazbatasında, gerekçeli kararın zarf içerisinde olduğunun belirtilmemesi, aynı mazbatadaki “Karar” ibaresinin ise, gerek yetkili bir mahkeme personeli tarafından yazıldığının belli olmamasından gerekse karar tarihini içermemesinden dolayı gerekçeli kararın zarf içerisinde olduğunu belgelendirme niteliğinin olmaması, Yerel Mahkemece davacı vekiline 13.06.2013 tarihinde gerekçeli karar tebliğinin yapılması, dosya gönderme formunda gerekçeli kararın davacı vekiline 13.06.2013 tarihinde tebliğ edildiğinin belirtilmesi, davacı vekilinin hükümden 13.06.2013 tarihinde haberdar olduklarını beyan etmesi ve gerekçeli kararın 03.05.2013 tarihinde yapılan tebligata ilişkin tebliğ mazbatalı zarf içerisinde olduğunun da başka türlü ispatlanamaması karşısında, gerekçeli kararın davacı vekiline 03.05.2013 tarihinde değil 13.06.2013 tarihinde tebliğ edildiği ve davacı vekilinin de 13.06.2013 tarihinde, 1412 sayılı CMUK’nın 5320 sayılı Kanun’un 8. maddesi uyarınca karar tarihi itibarıyla uygulanması gereken 310. maddesinde öngörülen bir haftalık yasal süresi içerisinde temyiz isteminde bulunduğu kabul edilmelidir.
2- Süresinde temyiz isteminde bulunulduğu sonucuna ulaşılmakla, tehdit ile görevli memura mukavemet suçundan 07.03.2004 tarihinde saat 17.20 sıralarında gözaltına alınıp aynı gün saat 21.00’de serbest bırakılan ve yargılandığı davada hakkında beraat kararı verilen davacının 466 sayılı Kanun uyarınca tazminata hak kazanıp kazanmadığı;
466 sayılı Kanun hükümleri uyarınca açılacak tazminat davalarının hukukumuza girişi ve hukuki niteliğine değinilmek suretiyle uyuşmazlık sağlıklı bir şekilde çözümlenebilecektir.
Haksız ve hukuka aykırı olarak yakalanan veya tutuklanan kimselere tazminat ödenmesi esası, ülkemizde ilk kez 1961 Anayasası’nda düzenlenmiş, 30. maddesinde, yakalama ve tutuklamanın hangi hâllerde söz konusu olacağı açıklandıktan sonra maddenin son fıkrasında; “Bu esaslar dışında işleme tâbi tutulan kimselerin uğrayacakları her türlü zararlar kanuna göre Devletçe ödenir” hükmü yer almıştır.
1961 Anayasası’nda yer alan bu düzenleme doğrultusunda, 15.05.1964 tarihli Resmî Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe giren 466 sayılı Kanun Dışı Yakalanan veya Tutuklanan Kimselere Tazminat Verilmesi Hakkındaki Kanun’un 1. maddesinde 7 bent hâlinde, tazminatı gerektiren hâller ayrıntılı olarak düzenlenmiş, 466 sayılı Kanun’un 1. maddesinin 8. bendinde yer alan, aynı tür suçtan mahkûm olanlar, itiyadi suçlular ve suç işlemeyi meslek veya geçinme vasıtası hâline getirenlerin tazminat isteyemeyeceklerine ilişkin hüküm 18.01.1991 tarihli ve 20759 sayılı Resmî Gazete’de yayımlanan 3696 sayılı Kanun ile kaldırılmıştır.
Haksız yakalanan ve tutuklanan kimselere tazminat ödenmesi esası 1982 Anayasası’nda da sürdürülmüş ve 19. maddesinde yakalama ve tutuklama şartlarına işaret edildikten sonra maddenin son fıkrasında; “Bu esaslar dışında bir işleme tabi tutulan kişilerin uğradıkları zarar, kanuna göre, Devletçe ödenir” hükmüne yer verilmiştir.
Anılan hüküm bu kez 17.10.2001 tarihli Resmî Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe giren 4709 sayılı Kanun’un 4. maddesi ile; “Bu esaslar dışında bir işleme tâbi tutulan kişilerin uğradıkları zarar, tazminat hukukunun genel prensiplerine göre, Devletçe ödenir” şeklinde değiştirilmiştir.
Devletimizin tarafı olduğu Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 5. maddesinde de kişilerin özgürlüğünün hangi hâllerde sınırlandırılabileceği belirlenmiş ve maddenin son fıkrasında bu şartlara aykırı davranılması hâlinde mağdur olan herkesin tazminat istemeye hakkı olduğu esası kabul edilerek, bireyin keyfi olarak özgürlüğünden yoksun bırakılmasının engellenmesi amaçlanmıştır.
1 Haziran 2005 tarihinde yürürlüğe giren 5320 sayılı Ceza Muhakemesi Kanununun Yürürlük ve Uygulama Şekli Hakkındaki Kanun’un 18. maddesi ile 07.05.1964 gün ve 466 sayılı Kanun Dışı Yakalanan veya Tutuklanan Kimselere Tazminat Verilmesi Hakkındaki Kanun yürürlükten kaldırılmış ve 5271 sayılı Kanun’un Yedinci Bölümünde, Koruma Tedbirleri Nedeniyle Tazminat ana başlığı altında, 141 ila 144. maddelerinde, tazminat isteme şartları ve sonuçları yeniden kapsamlı bir şekilde düzenlenmiş ise de, 5320 sayılı Kanun’un 6. maddesindeki; “(1) Ceza Muhakemesi Kanununun 141 ilâ 144 üncü maddeleri hükümleri, 1 Haziran 2005 tarihinden itibaren yapılan işlemler hakkında uygulanır.
(2)Bu tarihten önceki işlemler hakkında ise, 7.5.1964 tarihli ve 466 sayılı Kanun Dışı Yakalanan veya Tutuklanan Kimselere Tazminat Verilmesi Hakkında Kanun hükümlerinin uygulanmasına devam olunur” hükmü uyarınca, 466 sayılı Kanun hükümleri 1 Haziran 2005 tarihinden önce gerçekleşen işlemler yönünden uygulanmaya devam edecektir.
Davaya konu işlem tarihi itibarıyla uygulanması gereken 466 sayılı Kanun Dışı Yakalanan veya Tutuklanan Kimselere Tazminat Verilmesi Hakkındaki Kanun’un 1. maddesi;
“1. Anayasa ve diğer kanunlarda gösterilen hal ve şartlar dışında yakalanan veya tutuklanan veyahut tutukluluklarının devamına karar verilen;
2. Yakalama veya tutuklama sebepleri ve haklarındaki iddialar kendilerine yazılı olarak hemen bildirilmeyen;
3. Yakalanıp veya tutuklanıp da kanuni süresi içinde hakim önüne çıkarılmayan;
4. Hakim önüne çıkarılmaları için kanunda belirtilen süre geçtikten sonra hakim kararı olmaksızın hürriyetlerinden yoksun kılınan;
5. Yakalanıp veya tutuklanıp da bu durumları yakınlarına hemen bildirilmeyen;
6. Kanun dairesinde yakalandıktan veya tutuklandıktan sonra haklarında kovuşturma yapılmasına veya son soruşturmanın açılmasına yer olmadığına veyahut beraetlerine veya ceza verilmesine mahal olmadığına karar verilen;
7. Mahkum olup da tutuklu kaldığı süre hükümlülük süresinden fazla olan veya tutuklandıktan sonra sadece para cezasına mahkum edilen kimselerin uğrayacakları her türlü zararlar, bu kanun hükümleri dairesinde Devletçe ödenir” hükmünü içermektedir.
Kişilerin suçluluğu mahkeme kararı ile kesinleşmeden önce uygulanan yakalama ve tutuklama gibi koruma tedbirleri, bazen bir kısım zararların meydana gelmesine de neden olabildiğinden, hürriyetten yoksun kalanların haklarının teslim edilmesi amacıyla bu tedbirlerin uygulanması sonucu meydana gelen zararların tazminine yönelik olarak söz konusu düzenleme öngörülmüştür.
Ceza Genel Kurulunun 20.07.2007 tarihli ve 338-71 sayılı kararında da vurgulandığı üzere, 07.05.1964 tarihli ve 466 sayılı Kanun’un 1. maddesinde 7 fıkra hâlinde, tazminatı gerektiren hâller ayrıntılı olarak düzenlenmiş olup bunlardan uyuşmazlığı doğrudan ilgilendiren 6. fıkrasında; “Kanun dairesinde yakalandıktan veya tutuklandıktan sonra haklarında kovuşturma yapılmasına veya son soruşturmanın açılmasına yer olmadığına veyahut beraetlerine veya ceza verilmesine mahal olmadığına karar verilen” kimselerin uğrayacakları her türlü zararların, bu Kanun hükümlerine göre Devletçe ödeneceği belirtilmiştir.
Maddenin ilk beş fıkrası incelendiğinde, tazminatın koşullarının gerçekleşmesi için, gerek kararların verilme aşamasında, gerekse sonrasında yapılan işlemlerde, tutuklama, yakalama veya tutukluluğun devamına ilişkin koşulların bulunmaması, yakalama veya tutuklama sebepleri ve iddialar konusunda yazılı olarak bildirim yükümlülüğüne uyulmaması, yakalanan veya tutuklanan kişinin yasal süre içerisinde hâkim önüne çıkarılmaması, süre geçtiği hâlde hâkim kararı olmaksızın özgürlüğünden yoksun bırakılması veya durumundan yakınlarının haberdar edilmemesi gibi hukuka aykırılıklar aranırken, 6. fıkrada tazminat koşullarının doğması için, tutuklama ve yakalamanın hukuka uygun olarak gerçekleştirilmesi ön koşul olarak aranmıştır. Tutuklama, tutukluluğun devamı veya yakalama kararında, gerek verilişinde gerekse sonradan yapılması gereken işlemler yönünden hukuka aykırılıklar bulunması hâlinde eylemin tazminatı gerektirip gerektirmediği, 6. fıkra kapsamında değil, ilk beş fıkra kapsamında değerlendirilecektir.
6. fıkra uyarınca tazminat hakkının doğması için, yapılan işlemin başlangıçta hukuka uygun olması, daha sonra verilen kovuşturmaya yer olmadığına veya beraat kararı ile yapılan işlem veya verilen kararın tamamen veya kısmen haksız hâle dönüşmesi gerekmektedir. Burada başlangıçta verilen kararlar veya işlemlerde herhangi bir hukuka aykırılık bulunmamakta, yakalama ve tutuklama tamamen hukukun öngördüğü ilkeler çerçevesinde gerçekleşmektedir. Kanun koyucu, hukuk devleti olmanın gereği olarak, fertlerin başlangıçta hukuka uygun bir şekilde özgürlüklerinin kısıtlanmasının daha sonra verilen kararlarla özü itibarıyla haksız bir hâle geldiğini kabul ederek, zararlarının tazminini kabul etmiştir.
Görüldüğü gibi, hukuka uygun bir şekilde yakalanan veya tutuklanan kişinin, 466 sayılı Kanun’un 1. maddesinin 6. fıkrası uyarınca tazminata hak kazanabilmesi için, hakkında son soruşturmanın açılmasına veya kovuşturma yapılmasına yer olmadığına veyahut beraatine veya ceza verilmesine yer olmadığına karar verilmesi yeterlidir. Kanun koyucu sonradan verilen ve kesinleşen bu kararlarla zararın gerçekleştiğini başkaca hiçbir inceleme ve araştırmaya gerek kalmaksızın kabul etmiş, hâkime zararın doğup doğmadığını belirlemek yönünde herhangi bir takdir ve değerlendirme yetkisi tanımamıştır. Fıkrada hâkime tanınan yetki, kanun koyucu tarafından doğduğu varsayılan zararın hak ve nasafet kurallarına uygun olarak belirlenmesinden ibarettir.
Bu açıklamalar ışığında uyuşmazlık konusu değerlendirildiğinde;
Davacının, görevli memura mukavemet suçundan 07.03.2004 tarihinde saat 17.20 sıralarında yakalanıp gözaltına alınarak işlemlerin bitmesini müteakip aynı tarihte, saat 21.00’de salıverildiği ve hakkında aynı suçtan açılan kamu davasının beraatle sonuçlanarak bu hükmün de 17.10.2008 tarihinde kesinleştiği anlaşılmaktadır.
Somut olayda, hukuka uygun bir şekilde yakalanan davacının, 466 sayılı Kanun’un 1. maddesinin 6. fıkrası uyarınca tazminata hak kazanabilmesi için hakkında verilen beraat kararının kesinleşmesinin yeterli olduğu, beraat kararının kesinleşmesiyle başlangıçtaki gözaltına alınmak suretiyle özgürlüğünün kısıtlanmasının özü itibarıyla haksız hâle geldiği ve zararın gerçekleştiği, dolayısıyla tazminat hakkının doğduğu gözetilerek, yaklaşık 3 saat 40 dakika süreyle hürriyetinden yoksun kalan davacı lehine, Anayasa’nın 19, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 5 ve 466 sayılı Kanun’un 1/6. maddeleri uyarınca, uğradığı zararla ilgili olarak hak ve nasafet ilkelerine uygun bir tazminata hükmedilmesi gerekirken, suç şüphesi ile gözaltına alınan davacının ifadesinin alınmasına yönelik işlemlerin yapılmasının yasal zorunluluk olduğu ve bu işlemler için gözaltında kalınan sürenin makul bir süre olarak değerlendirilmesi gerektiği yönündeki yasal olmayan gerekçelerle tazminat isteminin reddine karar verilmesi isabetsizdir.
Bu itibarla, Yerel Mahkemenin direnme kararına konu hükmünün, davacının uğradığı zararla ilgili olarak hak ve nasafet ilkelerine uygun bir tazminata hükmedilmesi gerekirken davanın reddine karar verilmesi isabetsizliğinden bozulmasına karar verilmelidir.
SONUÇ:
Açıklanan nedenlerle;
1- Davacı vekilinin temyiz isteminin SÜRESİNDE OLDUĞUNA,
2- Diyarbakır 3. Ağır Ceza Mahkemesinin 19.02.2013 tarihli ve 55-77 sayılı direnme kararına konu hükmünün, davacının uğradığı zararla ilgili olarak hak ve nasafet ilkelerine uygun bir tazminata hükmedilmesi gerekirken davanın reddine karar verilmesi isabetsizliğinden BOZULMASINA,
3- Dosyanın, mahalline gönderilmek üzere Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığına TEVDİ EDİLMESİNE, 16.10.2018 tarihinde yapılan müzakerede her iki uyuşmazlık yönünden oy birliğiyle karar verildi.